İhanet Altını (The Hungry City Chronicles #2)
Kategori: Roman, Distopya, Post Apokaliptik, Steampunk
Yazar: Philip Reeve (Çeviren: Müren Beykan + Fulya Yavuz)
Üretici: ON8 Kitap
Liste Fiyatı: t 18,00
Sayfa Sayısı: 368
Dev kent Anchorage, devasa demir paletleri üstünde Buz Diyarı boyunca Ölü Kıtaya doğru sessizce ilerliyordu. Kurşunlarla delik deşik bir halde, başıboş sürüklenen bir havagemisinin umutsuz iki pilotu Tom ve Hester için bir sığınak olabilir miydi? Sokaklarında hayaletlerin ve deliliğin kol gezdiği bu tuhaf kent, tehlike ve karışıklıklarla dolu bir ateş fırtınasına doğru sürüklenmekteydi...
"Hester elini boynuna götürmeye çabaladı; ama ilaç etkisini çok çabuk gösteriyordu, kol ve bacakları artık itaat etmez olmuştu. Bağırmaya uğraştıysa da, baykuş ötüşü gibi bir ses çıkarabildi yalnızca. İleriye doğru bir adım attı, düştü; yüzü, adamın çizmelerinin dört beş
santim yakınına geldi. Adamın, "Çok üzgünüm," dediğini duydu; sesi titrek ve uzaktı."
2005 Amerikan Kütüphaneler Birliği (ALA)
En İyi Kitap Ödülü
Bak şimdi yine aynı şeyi söylüyor diyeceksiniz ama Mükemmel! Mükemmel! Mükemmel! *-* Hatta şöyle diyeyim. Yürüyen Kentler 5 puansa, İhanet Altını 5+1. Philip Reeve'in inanılmaz bir hayal gücü var ve bunu okuyucuya muhteşem bir şekilde yansıtıyor. Yani normalde serilerin ikinci kitapları biraz daha yavan geçer öyle değil mi? İlk kitap muhteşemdir, ikinci kitaptaysa beklenilen bulunamaz. E durum böyle olunca, İhanet Altını'na yaklaşımım daha bir tereddütlüydü. Ben inşallah bozmaz kendini diye bakarken o, ilk kitabı da gölgede bıraktı ve favorilerimin arasına girmeyi başardı.
İlk kitabın sonunda yaşananları hatırlıyorsunuzdur. Yani unutmakta mümkün değil zaten. Hele o son sayfalarda yaşanan duygu yoğunluğunu tarif etmenin imkanı yok. Öyle bir şey ki; bir yanda gururu, mutluluğu ve sevinci hissederken, diğer yanda hüzne ve çaresizliğe kapılıyorsunuz. Bir an için kahkahalarla gülerken, bir an sonra boğazınıza bir yumru oturuyor ve göz yaşlarınızı tutmakta zorlanır hale geliyorsunuz. İnanın çok farklı bir olay bu. Ben ne dersem diyeyim tam anlamıyla aktaramayacağım. Hani bazı şeyler yaşanmadan anlaşılmaz ya, işte bu da öyle. Okuyup, hissetmeniz lazım.
Hatırlayacağınız üzere Medusa, Londra'nın kıyameti olmuş ve içinde yaşayan bütün canlıları da yok ederek, kenti harabeye çevirmişti. Sevdiğimiz çoğu karakter de bu sebeple öldü gitti tabi. İşin aslı bu konuyla ilgili hala içim acıyor. Ya zaten hayatımızda George R.R. Martin gibi azılı bir karakter katledicisi vardı, birde Philip geldi tam oldu. İkisi de aynı abi. Önce sevdiriyorlar, sonra acımasızca öldürüyorlar. Evet anlıyorum, bu seri Tom ve Hester üzerine kurulu ama Katherine ve Bevis mutlu mesut yaşasa kimseye bir zararı olmazdı be canım.
İhanet Altını, Londra'nın düşmesinden iki yıl sonra başlıyor. Kentten kurtulmayı başaran Tom ve Hester, Anna Fang'ın muhteşem hava gemisi Jenny Haniver'da yaşayıp, ticaret yaparak hayatlarını sürdürüyorlar. Ve evet ikisi en sonunda birlikteler *-* Olayların üzerinden iki yıl geçmiş olmasına rağmen, yaşananların izlerini silmek mümkün değil. Yani şöyle bir baktığın zaman, geçmişin bıraktığı etkiyi ikisinin üstünde de çok rahat görebilirsin. Kentlere ve insanlara olan güvenleri sarsılmış durumda. Geminin eksiklerini gidermek ve ticaret yapmak dışında sürekli havadalar. Onlar macera dolu bir hayatı geride bırakmaya kararlılar ancak, maceranın henüz onlardan vazgeçmek gibi bir niyeti yok.
Her şey ikilinin, alternatif tarihçi ve yazar olan Prof. Nimrod Pennroyal ile tanışmalarıyla başlıyor. Geminin ihtiyaçlarını gidermek ve biraz ticaret yapmak için uğradıkları Arkangel Kenti'nde karşılarına çıkan profesör, kendisini gitmek istediği yere götürmeleri karşısında yüklü miktarda ödeme yapacağını söylüyor. Hester -bebeğim *-*- daha ilk görüşten itibaren Pennroyal'den hoşlanmasa da -bende hiç sevmedim, eminim sizde hoşlanmayacaksınız- eski tarihçi çırağı Tom geçmişini anımsatan Pennroyal'e gönülden bağlanıyor. Hester, Tom'un hatırı için Pennroyal'i istediği yere götürmeyi kabul etse de profesöre zerre kadar güvenmiyor.
Aslına bakarsanız bundan sonra yaşanan olayların Pennroyal'le bir ilgisi yok. Tabi siz yine adamdan hoşlanmayın ve sevmeyin. Yani zaten sevilecek biri değil. Hal ve hareketlerinden sağlam ayakkabı olmadığını daha en başta anlayacaksınız. Pennroyal'in yaşananlardaki tek etkisi, Arkangel'den bir an evvel ayrılmak için bizimkilere yaptığı baskı. Eğer kentten o kadar erken ayrılmamış olsalardı, Mobil Karşıtları'nın yeni yüzü olan Yeşil Rüzgar'ın saldırısına uğramaz ve dolayısıyla ıssız buzun üzerinde bilinmezliğe doğru ilerleyen Anchorage'e iniş yapmamış olurlardı. Ama o zaman, bütün bu macera hiç yaşanmamış olurdu.
Anchorage, 60 dakika savaşları sonrasından bu zamana Rassmussen Hanedanı'nın kadınları tarafından yönetilen köklü bir kent. Başlarda yerleşik olarak yaşasalar da, Kentsel Darwinizm'in yaygınlaşmasıyla birlikte mobil kent akımına uymuşlar. Mobil-Kent akımına uymuşlar uymasına ama Kraliyet usulünü ve adabını da nesillerce yaşatmayı başarmışlar. Yani en azından Freya Rassmussen'e kadar. Freya çok şanssız bir kız. Kısa bir süre önce patlak veren salgın hastalıklar sebebiyle ailesi ve şehirdeki çoğu insan hayatını kaybetmiş, geriye kalanları yönetme görevi ise Freya'ya geçmiş. Ancak şöyle bir sorun var ki Freya'nın hem yaşça genç, hem yönetim hakkında hiçbir bilgisi yok, hem de yıllardır bütün Markiz'lerle iletişim halinde olduğu varsayılan Buz-Tanrıları Freya'nın sorularına cevap vermiyorlar. Üstelik kentte de farklı bir şeyler var. Kimsenin giremeyeceği kilitli kapıların ardında kaybolan değerli eşyalar, gizemli bir şekilde biten yakıt tankları vs.vs. Peki kim bu kente gelen yabancılar. Sadece yardıma ihtiyaç duyan birkaç hava maceracısı mı? Yoksa, Buz-Tanrıları'nın Freya'ya gönderdiği armağanlar mı?
Yepyeni bir kent, yepyeni karakterler ve ilkinden çok daha heyecanlı bir macera... İlk kitapta olduğu gibi bu kitapta da birçok kişinin gözünden anlatılan bölümler var. Bu sayede hem karakterleri daha yakından tanıyoruz, hem de olayların temposu hiçbir zaman düşmüyor. Karakterlere adapte olmak çok kolay olduğundan, kendinizi bir anda olayların ortasında buluyorsunuz. Bir yanda Anchorage'in gizemini çözmeye çalışırken, diğer yanda ortaya çıkan yeni bilgilerle geçmiş ve geleceğe yönelik sorulara cevaplar almaya başlıyorsunuz. Mobil-Karşıtları mesela. Valentine'in hava filolarına verdiği zarar ve Anna Fang'ın ölümünden sonra o tarafta da işler oldukça karışık. Ayrıca ortaya çıkan bambaşka bir grup var ki, aman Allah'ım. Kendimi kitaba öyle bir kaptırmışım ki, onca sayfayı ne ara okudum, ne ara kitap bitti hiç anlamadım. Maceranın bu kısmında, Hester'in daha ön plana çıkarılmış olması hoşuma gitti. Kabul ediyorum bu kitapta, ilk kitaba göre daha fazla aşk, kıskançlık ve fedakarlık var. Ancak bu durum beni zerre rahatsız etmedi. Aksine çok sevdim. Çünkü yine öyle mıç-mıç, iç bayan türden şeyler değil.
Serinin üçüncü kitabı olan Cehennem Makineleri, geçtiğimiz günlerde okuyucuyla buluştu. Onlardan bir tanesi de şu anda kitaplığımda beni bekliyor *-* En kısa zamanda okuyup yorumumu sizlerle paylaşacağım. Kendinize bir iyilik yapın ve gerçekten güzel bir seri okumak için Yürüyen Kentler'e başlayın. Benim tavsiyem ilk iki kitabı bir arada almanız yönünde. Çünkü ikinci kitaba geçmek için sabırsızlanacaksınız. Seriyi bizlerle buluşturan ON8 Kitap'a çok teşekkürler.
Seriyi okumakla kalmayan, duygularını kaleme alan Eren Nadir Akşamoğlu'na da ON8'den teşekkürler! :)
YanıtlaSilValla asıl ben Philip'le tanışmamı sağladığınız için çok teşekkür ederim :)
Sil